Japon gerilim filmlerinin kendine has bir büyüsü vardır. Sinematografik olarak ve hikâye anlatımı açısından bambaşka bir seviyede işlerler. Bu tür filmler, jenerik bitene kadar izleyicinin zihnine işler ve çoğu zaman şok edici bir sonla düşündürür, hatta “Ben ne izledim şimdi?” diye sordurtur. Cure ya da Perfect Blue gibi eserler başlangıçta hak ettikleri değeri görmemiş ancak zamanla büyük beğeni kazanmıştır. Bununla birlikte, hâlâ yeterince keşfedilmemiş pek çok Japon filmi bulunmaktadır.
Geniş bir tür içerisinden en iyileri seçmek elbette zordur. Ancak bazı yapımlar bir adım öne çıkar ve mutlaka vurgulanması gerekir. Bunu, Japon sineması uzmanı ya da gerçek bir meraklı olma yolunda bir pratik gibi düşünebilirsiniz. İşte hemen izlemeniz gereken çok bilinmeyen Japon gerilim filmleri; hem size sinema adına bir prestij kazandıracak hem de heyecan ve keyif verecek.
A Snake of June
Shin’ya Tsukamoto ismi geçtiğinde akla ilk gelen film Tetsuo: The Iron Man olur — bir adamın demirden bir makineye dönüşümünü anlatan siberpunk korku/gerilim klasiği. Tsukamoto’nun pek çok filmi benzer bir damarı taşır: kahramanın ya psikolojik ya da fiziksel olarak en derin arzularına ya da korkularına dönüşmesi. A Snake of June, psikolojik öğeleri ağır basan bir erotik gerilimdir ve kadın kahramanını utançtan özgürlüğe taşıyan bir dönüşüm hikâyesi sunar.
Filmde Rinko (Asuka Kurosawa), kendisine gönderilen röntgenci fotoğraflar yüzünden şantaja uğrar. Bu durum, dışarıdan bakıldığında düzgün gözüken ama sıkıcı hayatının çözülmesine, gizli arzularının ortaya çıkmasına ve bastırdığı yönlerini serbest bırakmasına yol açar. Kocası Shigehiko (Yuji Koutari) da bu dönüşümün bir parçasıdır. Film, mavi tonların hâkim olduğu monokrom bir filtreyle çekilmiş ve yoğun yakın plan çekimlerle karakterlerin ruh hâllerini çarpıcı biçimde yansıtmıştır. Eğer Tetsuo’yu sevdiyseniz, bu film kesinlikle ilginizi çekecektir.
Villain
Lee Sang-il, Apple TV+’ta yayınlanan Kore dönem dizisi Pachinko’nun birkaç bölümünü yönetmesiyle tanınan Kore kökenli Japon bir yönetmendir. Çoğunlukla Japonya’da çalışan Lee’nin filmografisi çok geniş değildir; ancak 2010 yapımı Villain (Akunin), onun en büyük başarılarından biri olarak kabul edilir. Film, Shuichi Yoshida’nın aynı adlı romanından uyarlanmış olup, Yoshida senaryoya da ortak olmuştur.
2010’ların Japonya’sının en önemli oyuncuları arasında gösterilen Hikari Mitsushima ve Satoshi Tsumabuki’nin başrollerinde olmasına rağmen, Villain’in yeterince ilgi görmemiş olması şaşırtıcıdır.
Film, Nagasaki yakınlarındaki kırsal bir kasabada geçer. Maddi açıdan zor durumda olan Yuichi (Satoshi Tsumabuki), internet üzerinden Yoshino (Hikari Mitsushima) ile tanışır ve onunla çıkmaya başlar. Ancak Yoshino’nun ilgisini çeken başka biri vardır: Keigo (Masaki Okada). Ortaya çıkan bu aşk üçgeni kısa sürede trajediye dönüşür.
Villain, yalnızlığın uç boyutlarını tasvir eden ağır tempolu bir karakter incelemesidir. Seyirci, dramın ne zaman patlak vereceğini bilmeden, sürekli bir gerginlik hissiyle filmi izler. Mitsushima ve Tsumabuki gibi dönemin en büyük Japon oyuncularının varlığıyla birleşince, filmin gözden kaçması daha da şaşırtıcı hâle gelir.
The World of Kanako
Eğer yaratıcı ve anlatısal kaosu seven bir izleyiciyseniz, The World of Kanako tam size göre. Villain’dan çok farklı olan bu film, stilize şiddet sahneleriyle doludur ve oldukça düzensiz, çılgın bir tempoya sahiptir. Bu anlatım biçimi herkese hitap etmediği için filmin az bilinenler arasında kalmasının sebebi de bu olabilir. Ancak kanlı kaosun altında, toplumsal çöküş ve ebeveyn rollerine dair dikkat çekici bir yorum gizlidir. Film, Akio Fukamachi’nin Endless Thirst adlı romanından uyarlanmıştır.
Hikâye, işini, evliliğini ve kızının velayetini kaybeden eski bir polis memuru Akikazu’nun (Koji Yakusho) etrafında şekillenir. Yıllar süren alkol bağımlılığının ardından, Akikazu’nun eski eşi onu arar ve kızı Kanako’nun kaybolduğunu söyler. Bunun üzerine Akikazu, Kanako’yu bulmak için bir arayışa çıkar; ancak karşılaştığı şey, şiddetle, yozlaşmayla, yakuza bağlantılarıyla ve kirli sırlarla dolu, ahlaken çökmüş bir dünyadır.
The World of Kanako, yer yer fazla şiddet barındırabilir; ancak kendine özgü yapısıyla, izleyicinin muhtemelen daha önce benzerini görmediği türden bir gerilim deneyimi sunar.
Charisma
Kiyoshi Kurosawa, izleyiciyi düşündüren, korkutan ya da çığlık attıran pek çok filme imza atmış, deneyimli bir yönetmendir. Sinemaseverler onun en ünlü filmi Pulse’ı mutlaka duymuştur. Ancak Japon sinemasına yalnızca yüzeysel bir göz atmak isteyenler, aynı soyadı taşıyan başka bir Kurosawa’nın da bulunduğunu bilmeyebilir. Bu Kurosawa, selefinden çok farklı ama bir o kadar da etkileyici gerilim filmleri üretmiştir. Bu listede Kiyoshi Kurosawa’nın birkaç filmine yer verilmektedir.
Charisma, yönetmenin en az bilinen eserlerinden biridir. Film, bir rehine pazarlıkçısı olan Yabuike’nin (Koji Yakusho) hikâyesini anlatır. Görevden uzaklaştırıldıktan sonra kendini gizemli bir ormanda bulan Yabuike, burada “Charisma” adı verilen tek bir ağacın küçük bir topluluk içinde yol açtığı çatışmaya tanıklık eder. Yabuike, bu çatışmada hangi tarafın haklı olduğuna karar vermede kilit rol üstlenir; ancak aslında kendisi de gerçekte ne olduğunu tam olarak kavrayamaz.
Film, sıklıkla Tarkovsky’nin eserleriyle karşılaştırılır. Varoluşsal sorulara yönelen bu garip felsefi gerilim, Japon toplumunun bireycilik ile kolektivizm arasındaki denge arayışına dair güçlü bir metafor olarak yorumlanır. Charisma, kesinlikle birden fazla izlemeyi hak eden filmlerden biridir.
Retribution
Kiyoshi Kurosawa’nın bir diğer özgün çalışması olan Retribution, “J-Horror Theater” serisinin bir parçasıdır. Bu altı filmlik seri, Ringu’nun başarısından ve J-horror türünün yükselişinden esinlenmiştir. Ancak altı film arasında Retribution, kişisel ve kolektif suçluluk, hatta çevresel ihmaller üzerine yoğun toplumsal yorumlarıyla öne çıkar. Film, aslında yaşayanların geçmişte işlediği korkunç eylemlere karşı öteki dünyanın intikamını tasvir eder. Kurosawa, bu yapımda korku ile gerilim arasındaki çizgiyi ustalıkla işler.
Koji Yakusho’nun Retribution’daki performansı, filme ayrı bir değer katar; kırılganlık ile sürekli hissedilen gerilimi aynı anda izleyiciye aktarır.
Film, deneyimli bir dedektif olan Yoshioka’nın (Koji Yakusho) hikâyesini anlatır. Yoshioka, kırmızı elbiseli bir kadının gizemli cinayetiyle karşı karşıya kalır. Ancak delillerin hepsi doğrudan kendisine işaret etmektedir. Bu durum, onun farkındalığını ve geçmişteki eylemlerini sorgulamasına neden olur. Yakusho ile Kurosawa pek çok filmde birlikte çalışmışlardır; Retribution ve hatta Charisma, Kurosawa’nın başyapıtı sayılan Cure kadar etkili olmasa da, Yakusho’nun kırılgan ama gerilimi yüksek performansı filmi bambaşka bir seviyeye taşır.
Suicide Club
Japonya’nın yaşayan en önemli yönetmenlerinden biri olan Sion Sono, aynı zamanda sinema tarihinin en sıra dışı filmlerinden bazılarının da yaratıcısıdır. Love Exposure, The Forest of Love ve Why Don’t You Play in Hell gibi yapımların yönetmeni olan Sono, Japonya’da o dönemde yaygın olan — ve belki hâlen devam eden — toplumsal bir probleme değinen bir film de çekmiştir: Suicide Club.
Film, ilk bakışta tuhaf görünse de aslında yalnızlık, kopuş ve medyanın özellikle gençler üzerindeki etkisini ele alan trajik bir mesaj barındırır. 2001 yılında çekilmiş olmasına rağmen, günümüzden izlenildiğinde hâlâ aynı sorunların geçerli olduğunu görmek mümkündür.
Suicide Club, 27 Mayıs’ta Tokyo’da gerçekleşen liseli kızların toplu intiharıyla başlar. Tokyo’daki üç dedektif, bu olayın şehirdeki diğer intiharlarla bağlantılı olduğuna dair ipuçları alır. Film boyunca Sono, gençler üzerindeki medya etkisini doğrudan ve sert bir şekilde eleştirir. İlginç bir bilgi olarak, filmde önemli bir rol oynayan J-pop grubu Dessert tamamen Sono’nun hayal gücünün ürünüdür ve grup için özgün şarkılar bestelenmiştir.
Serpent’s Path
Bu kez Kiyoshi Kurosawa’nın en karanlık işlerinden biriyle karşı karşıyayız: Serpent’s Path. Felsefi ya da sembolik yapımlardan ziyade daha sert ve kasvetli bir intikam gerilimi arayanlar için birebir. Suç draması öğeleriyle kaplanmış bu film, yönetmenin en az bilinen eserlerinden biri sayılır. Başrolde sık sık Kurosawa ile çalışan Show Aikawa yer alır (onu Pulse’da da görmüştük). Kurosawa bu dönemde son derece üretkendi; Serpent’s Path ile aynı anda, aynı temayı daha hafif bir bakışla ele alan “kardeş film” Eyes of the Spider’ı da çekmiştir.
Film, iki adamın — Nijima (Show Aikawa) ve Miyashita’nın (Teruyuki Kagawa) — bir adamı kaçırıp ıssız bir depoya sürüklemesiyle başlar. Miyashita, kızının ölümünden sorumlu tuttuğu kişiyi kaçırması için Nijima’dan yardım istemiştir. Ama işler, adamın gerçekte olanları anlatmaya başlamasıyla bambaşka bir hâl alır. İkili, çok daha büyük ve ağır bir komplonun içine sürüklenir.
Eğer Park Chan-wook’un Lady Vengeance filmini sevdiyseniz, Serpent’s Path de aynı karanlık atmosferi taşıyan bir yapım olarak sizi fazlasıyla tatmin edecektir.
Sonatine
Takeshi Kitano, nam-ı diğer Beat Takeshi, Japonya’nın en tanınmış yönetmenlerinden biridir ve onun filmleri arasında Sonatine de sinemaseverler arasında iyi bilinir. Ancak bu durum daha çok Japon sinemasını yakından takip edenler için geçerlidir; geniş izleyici kitlesi arasında aynı ölçüde ilgi görmemiştir. Sonatine, yakuza temalı bir yavaş tempolu film olmasına rağmen, aslında sessiz bir gerilim ve boşunalık üzerine yapılmış bir meditasyondur. Yakuza türünün genel hayranları için fazla içe dönük bulunabilir; ancak kesinlikle zaman ayırmaya değer bir yapıttır. Roger Ebert, film hakkındaki olumlu eleştirisinde Le Samourai ile karşılaştırma yapmıştır.
Film, Tokyo merkezli bir yakuza olan Murakawa’nın (Takeshi Kitano) hikâyesini anlatır. Hayatından sıkılmaya başlayan Murakawa, patronu Kitajima tarafından Japonya’nın güneybatısındaki Okinawa’ya gönderilir. Görevi, iki rakip klan arasındaki barışı müzakere etmektir. Ancak Murakawa, bu görevlendirmenin ardında aslında kendisinden kurtulma niyetinin olabileceğini düşünür. Okinawa’daki süreci ise sürreal bir atmosfer, can sıkıntısı ve aniden patlayan şiddet olaylarıyla şekillenir.
Filmin adı olan Sonatine, piyanoda icra edilen kısa ve serbest doğaçlama minyatürlere atıfta bulunur. Bu müzikal form, kısalığına rağmen ani ve yoğun çıkışlara sahiptir. Aynı şekilde, Murakawa’nın Okinawa’daki yaşamı da hem durağan hem de birdenbire patlayan şiddet dolu anlarla örülüdür.
Shady
Ryohei Watanabe’nin Shady filmi, son derece az bilinen ama kesinlikle keşfedilmeyi hak eden yapımlardan biridir. Küçük bir bütçeyle çekilen ve Watanabe’nin yönetmenlik debutu olan film, özellikle uluslararası alanda düşük basın ilgisi görmüş ve gözden kaçmıştır. Buna rağmen, tipik bir psikolojik gerilim olarak ağır tempolu ilerler ve finalinde şok edici olaylara dönüşür. Shady, duygusal açıdan yoğun, sürükleyici ve zaman zaman ürkütücü bir filmdir; doğrudan ele aldığı konu ise okul zorbalığı ve onun kaçınılmaz sonuçlarıdır.
Orijinal adı “A wise dog laughs without barking” (Bilge bir köpek havlamadan güler) olarak çevrilebilir ve aslında “Shady”den çok daha etkileyici bir isimdir.
Film, ismi yüzünden zorbalığa uğrayan Kumada adlı bir lise öğrencisini merkezine alır. (Kumada, Japonca’da “ayı” ve “pirinç tarlası” kelimelerinin birleşiminden oluşur.) Sessiz ve içine kapanık olan Kumada, bir gün popüler kızlardan Izumi’nin kendisine yaklaşmasıyla şaşırır. İkili kısa sürede arkadaş olur; ancak ilişkileri giderek karanlık bir hâl alır. Shady, manipülasyon ve takıntı üzerine kurulu, görsel olarak da özenle stilize edilmiş bir hikâyedir.
Pale Flower
Listedeki en eski yapım olan Masahiro Shinoda’nın Pale Flower filmi, noir estetiği ve varoluşsal kaygıları ustalıkla işleyen bir Japon gerilim klasiğidir. Ne yazık ki Japonya dışında veya sıkı bir sinemasever çevresi haricinde pek tanınmamaktadır. Ancak bu çevrelerin iddialı bir üyesi, Pale Flower’ın modern Japon gerilim sinemasının önünü açtığını rahatlıkla söyleyebilir. Filmin dikkat çeken bir diğer yönü ise caz ağırlıklı müzikleridir; müzikler, avangart besteci Tōru Takemitsu tarafından hazırlanmıştır. Japonların caz müziğine olan ilgisi bilinse de, bu ilginin kökleri Murakami romanlarının çok daha ötesine uzanır.
Film, Muraki’nin (Ryou Ikebe) hikâyesini anlatır. Bir yakuza tetikçisi olan Muraki, hapisten çıktıktan sonra bir kumarhaneye gider ve burada gizemli bir kadın olan Saeko’yla (Mariko Kaga) tanışır. Ancak Saeko’nun hayatı tehlikeyi arzulayan bir kumarbazlık üzerine kuruludur ve Muraki onunla birlikte bir girdabın içine sürüklenir.
Pale Flower, gerilim dolu atmosferi, dramatik yapısı ve görsel güzelliğiyle dikkat çeker. Film, Michael Mann gibi önemli yönetmenler tarafından da çok sevilmiş ve Mann’ın bazı başyapıtlarına doğrudan ilham vermiştir.
Usta bir yazarın kaleminden çıkmış mükemmel bir eser. Kesinlikle okunmaya değer. Boş vakitlerimi değerlendirecek filmleri buldum KeşifAsya sayesinde. Kaleminize sağlık.
Harika olmuş. Özellikle “The World of Kanako” filmini beğendim. Sürükleyici, başrol harika oynamış.